İstanbul'da doğdum, elli yıldır orada yaşıyorum. New York'ta geçirdiğim üç yılın dışında da başka hiçbir yerde yaşamadım. Benim için insanın diğer şehirleri, başka ülkeleri, evleri, hayatları, dünyaları kıyaslayacağı İstanbul'dan başka bir şehir, ülke, vatan, ev yoktur. Bazen yalnızca İstanbullu olduğum için, oranın yazarı olduğum için kendimi talihli hissederim: Şehir binlerce yazara yüzlerce yıl yetecek kadar hikâyeyle kaynaşır. Bazen de yalnızca İstanbullu olduğum için kendimi eksik ve yetersiz bulduğum olur.
Bazı yazarlar vardır, Conrad gibi, Nabokov ya da Naipaul gibi, şehirler, ülkeler değiştirir, arkalarında kıtalar, medeniyetler bırakır, dünyaya başka dillerin pencerelerinden bakmayı becerirler. Ben ise, elli yıl sonra, hayata başladığım ve üzerinde soyadım yazan aynı apartmana geri döndüm. Akşamları aynı pencereden aynı caddeye bakıyorum. Caddenin ve yetmiş yıllık aynı çınar ağacının dalları arasından kıvrılarak gözden kaybolduğu yerde, elli yıldır ıvır zıvır, sigara, her şey satan Alaaddin'in dükkanının ışıklarını hâlâ görüyorum. Yaz akşamları serin bir rüzgar esince aynı yere, aynı sokağa, hatta aynı binaya duyduğum bu bağlılık yüreğimde bir kırıklık yaratıyor. Bir suçluluk duygusu, bir zamanlar düşüncesizce içtiğim sigaraların katranı gibi içimi zehirliyor. Bir pişmanlık değil, bir kabullenme belki; hayatın böyle bir şey olduğunu yaşadığım yerlere bakarak anlamak İstanbullulara özgü bir şey mi? Bir yandan her şeyin acımasızca, hiçbir kural tanımadan değiştiğini şehre bakıp kederle görmek, bir yandan da ellerinde sigara durmadan şikayet eden ve sonunda şikayet ettikleri şeyin ayrılmaz bir parçası olan çocukluğumun büyükleri gibi hiçbir şeyin değişmediğini söylemek İstanbullu olmanın kaçınılmaz sonucu.
Elli yılda İstanbul bir milyonluktan on milyonluk bir büyük şehre dönüştü. Hiç gitmediğim, adlarını bile gazetelerde görmesem bilmeyeceğim uzak, tuhaf mahalleler var artık. Benim penceremden böyle uzak ve yabancı köylerin şehrime eklemlendiği zar zor anlaşılıyor. Çocukluğumun sokakları, o zamanlar rüyamda görsem inanamayacağım kadar kalabalık. Bazı insanların, benim son yıllarını yaşadığını sandığım kaldırımlarda yeni bir hayat heyecanıyla dolandıklarını anlamak, bana "tarih" denen şeyin zalimliğini hissettiriyor. Çocukluğumda, penceremden bakınca çınar ve kuruyup kesilen bir ıhlamur ağacının dalları arasından gördüğüm Teşvikiye Caddesi'nden tramvaylar geçerdi. Bu caddenin parke taşlarının ve tramvay raylarının üzerini daha sonra asfaltla örttüler. Tramvay tellerinin sökülmesinden sekiz-on yıl sonra İtalya'dan gelen ve arada bir boynuzlarından biri yola düşen troleybüsler için yeniden elektrik hatları çekildi. Sonra bir gün troleybüslerle birlikte onlar da gözden kayboldular.
Bir şehirde benim gibi, ona bağlı kalarak, onu bir kader gibi benimseyerek, yarım yüzyıl yaşamak şehri insanın kendi ruhunun ve vücudunun bir parçası yapıyor. Yıllar sonra şehrin sokaklarındaki, dükkanları ve meydanlarındaki değişimleri insan kendi gövdesindeki yaralar, çıbanlar, yıpranmalar gibi, önce çocuksu bir telaş ve kederle (çocukluğumun en önemli sinemaları kapandı, kitapçı, oyuncakçı dükkanları yok oldu), daha sonra kendi gövdesinin şekil değiştirmesi gibi bir çeşit tevekkülle karşılıyor. Tıpkı bir arkadaş gibi benimsediğim, çoğu zaman bana kendi zenginliği ve derinliğinden çok, benim kendi hüznümü ve neşemi hatırlatan İstanbul'un ruhu anlatmam gereken asıl şey.
Şehirlerin ruhu var mıdır? Varsa nedir bir şehrin ruhunu yapan şey? Büyüklüğü mü, kültürü, tarihi, sokaklarının ve yapılarının içimize işleyen hayali mi? Yoksa şehrin kalabalıklığı ya da boşluğu mu, sisli ya da sıcak olması mı? Ya da şehrin içinde gezinen bir nehrin, İstanbul'da olduğu gibi şehrin içine girdiği bir denizin varlığı mı? Nerede hissederiz bu ruhu? Şehre yüksek bir tepeden bakarken mi, yoksa yeraltındaki bir geçitte şehrin uğultusunu ve kirli nemini genzimizde duyarken mi? Belki de bütün şehirle birlikte bir gece yatağımızda şehrin yıprattığı yorgun bir hayvan gibi kıpırdanırken uykuyla uyanıklık arasında sis düdüklerini işitirken hissettiğimiz şeydir bu ruh.
İstanbul bana kalabalık içinde bir yalnızlık olduğunu hatırlatır hep. Bitip tükenmeyen bir uğultunun içinde yorgun insan sesleri ve nefesleri hissederim. Bana sokaklardan, hayatın çekiciliği ve bir boşluk, beyhudelik duygusu geçer hep. Hiçbir şeyin bir bütün, tam, eksiksiz olamayacağını bilerek kendini koyuverme... Ele avuca sığmaz bir hareketlilik, karmaşa ve çeşitlilik ile her şeyin, bütün insanların ve eşyaların, dükkanların ve sokakların, hayallerin ve umutların ağır ağır yıpranarak, eskiyerek birbirine benzediğini görmenin verdiği bir bezginlik. Yaz akşamüstleri şehrin yorgun ve terli insanlarını toz duman ve egzos içinde evlerine taşıyan tıkış tıkış otobüslerin ve arabaların uğultusunun dindiği, güneş batarken şehrin üzerinde beliren turuncumsu ışığın morararak karardığı ve milyonlarca pencerede televizyonların mavimsi ışığının belirdiği an (kadınların patlıcan kızartmaya başladığı an) şehrin üzerinde beliren sessizlik bana İstanbul'un bir ruhu olduğunu hissettirir. Soğuk ve sakin bir sonbahar öğle vakti, bütün şehir kendi iç hareketine çekildiği zaman, bütün bu kargaşanın ortasında, gelip geçen gemilerin arasında eski ve küçük kayığıyla tek başına avlanan bir balıkçının yalnız ve meşgul halini gördüğümde de bu ruh içimde kıpırdanır.
Şehirlerin ruhları vardır. Orada yaşayan ya da bir süre uğrayan herkes için şehrin duygusu, sokakları, hatıraları ne kadar değişikse, herkesin sokakları, gittiği okullar, bindiği gemiler, çalıştığı odalar ve yaşadığı evler birbirinden ne kadar farklıysa, bu ruh da ilk bakışta herkes için farklıdır. Ama İstanbul'da yaşayan insanların en sonunda birbirlerine benzemeye başlaması gibi, herkesin vazgeçilmez bir arkadaşı gibi içinde taşıdığı bu ruh da derinlerde bir yerde herkes için aynıdır.
Herkes yabancıdır İstanbul'da, bu yüzden de herkes yalnız. Türkler, daha doğrusu Osmanlılar (şehri kuşatıp fetheden Osmanlı ordusunda Hıristiyanlar da vardı) ya da kimlerse onlar, karşılarında hazır bir şehir bulduğu için yabancıydılar. Şehri beş yüz yıl yöneten Osmanlı seçkinleri bambaşka kültürlerden, ülkelerden geldikleri için yabancıydılar. Elli yılda bir milyondan on milyona çıkan bir şehirde yaşayanların onda dokuzu da bugün yabancıdır şehre. Bu yüzden çocukluğumdan beri dolmuşlarda, otobüslerde, sokaklarda karşılaştığım herkes bana, İstanbul'da yaşayan ve birbirini yeni tanıyan herkesin yaptığı gibi havaların kötülüğünden şikayet ettikten sonra- nereli olduğumu ilk sorar. Benim gibi utana sıkıla İstanbullu olduğunuzu söylerseniz babanızı, babanızın babasını ya da annenizin tarafını şüpheyle bir sorarlar. Ama şehre ruhunu veren yabancılığı ve yalnızlığı yapan şeyin asıl bunlar da olmadığını hissediyorum. İstanbul'un sırrı sınıflanmamış, düzenlenmemiş, bilgisi ortaya konmamış, içinde yaşayanlarca anlaşılmamış olmasıdır. Kalabalıkların, şehrin tarihten gelen zenginliğini, kat kat üstüne eklemlenmiş uygarlıklarını, onlara sahip olmadan, bir yabancı gibi yalnızca sezerek yaşamasıdır burada hayat tarzı. Çocukluğumdan beri en çok işittiğim laflardan biri "vallahi yabancılar bizi bizden daha iyi tanıyor" sözüdür. Elinde bir rehber şehri gezen turist için söylenen bu sözde bir hayıflanmadan çok bilgilenmeye, sınıflamaya, karmaşayı anlayıp bir düzene sokmaya çalışan kişiye yönelik bir küçümseme, bir alaycılık ve bir kuşku vardır. İstanbul'un bir şehir müzesi yoktur. Şehirdeki öteki zengin müzeler ise geçmişi anlamak ve anlatmaktan çok pahalı bazı eşyaları saklamaya yarar. Ben çocukken, 1950'li yıllarda şehre aşık popüler tarihçi Reşat Ekrem Koçu'nun yazıp yayımlamaya tek başına kahramanca giriştiği İstanbul Ansiklopedisi, gerçek bir ansiklopediye değil, İstanbul'un kendisine benzedi en sonunda: On bir ciltte H harfine ancak gelebilen bu tuhaf ansiklopedi yarım kaldı; şehre ait bilgileri gözden geçirmek yerine onları daha da karıştırdı ve çalışkan yazarının içki masası dostlukları, tutkuları (çıplak ayaklı güzel oğlanlar, yakışıklı Osmanlı leventleri ve kadın kılığına giren zarif ve genç erkekler) ile popüler kültürün hoş bir kargaşasına dönüştü.
Şehrin sınıflamaları reddeden ve bu buyurgan işe girişenleri de direnerek en sonunda kendisine benzeten bu ruhunu çocukluğumdan beri en çok hissettiğim yerlerden biri, eski dükkanlardır. Büyük bir ıtriyat dükkanındaki yoksa eczane mi demeliydim- renkli şişelere, kutulara, kavanozlara bakarken İstanbul'un ruhunu yapan şeyin tarih kadar insan tutku ve hayallerinin sınır tanımaz karmaşası olduğunu hissederim. Çocukluğumda annemin bizi çıkardığı Beyoğlu Caddesi'ndeki dükkanlar devlet dilinin gizlediği Rumlar, Ermeniler, azınlıklar kadar, şehrin ne kadar çok kaynaktan ve ne kadar anlaşılmaz bir zenginlikle beslendiğini de hatırlatırdı bana. Tıpkı binlerce yıldır şehre girip, şehrin içinde eriyip onun bir parçası olan, dışlanan, özümsenen, yeraltına itilen, unutturulan, kovulan, göçlerle, yeni gelenlerle kaynaşan insan yığınları gibi İstanbul'da eşyaların da gizli bir tarihi var. Bazen Balkanlar'dan, Avrupa'dan, bazen Doğu'dan, yakın zamanda olduğu gibi bazen eski Sovyet ülkelerinden gelip şehrin dükkanlarında, vitrinlerinde çoğu zaman hiçbir sınıflama, kural ve tarihe aldırmadan yan yana gelen eski yeni tuhaf eşyalara, sokaklarda amaçsızca yürürken bir vitrinin önünde durup uzun uzun bakınca, şehrin ruhunun yakınlarda bir yerde kıpırdandığını hissediyorum.
* Orhan Pamuk, geçen ay Almanya'nın Berlin, Köln, Hamburg, Stutgardt ve Münih'i kentlerinde okurlarıyla buluşacağı ve Berlin Hür Üniversitesi'nden 'fahri doktora' unvanını kabul edeceği seyahatini iptal etmek zorunda kalmıştı. Bu seyahat için hazırladığı konuşma metnidir.
Orhan Pamuk'un İç Sesi - Semih Gümüş
No comments:
Post a Comment